Türk edebiyatının en dinamik ve dönüştürücü evrelerinden biri olan 1940-1960 arası, hikayeciliğimizin hem konu hem de üslup açısından büyük bir zenginlik kazandığı bir dönemdir. Bu yirmi yıllık süreç, Türkiye'nin siyasi, sosyal ve ekonomik olarak büyük çalkantılar yaşadığı bir zaman dilimini kapsar. İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği ekonomik sıkıntılar, tek partili rejimden çok partili hayata geçişin sancıları, köyden kente göçün hızlanması ve toplumsal sınıflar arasındaki belirginleşen farklar, bu dönemin edebiyatını, özellikle de hikaye türünü derinden beslemiştir. Yazarlar, tanıklık ettikleri bu büyük dönüşümü eserlerine yansıtarak toplumun adeta bir aynası olmuşlardır.
Bu dönemin hikayeciliğinde iki ana damar öne çıkar. Bunlardan ilki ve en baskın olanı, Toplumcu Gerçekçi (Sosyal Realist) anlayıştır. Bu akıma mensup yazarlar, eserlerinde Anadolu köylüsünün, fabrikadaki işçinin, büyük şehirlere göç edip tutunmaya çalışanların ve yoksul kesimlerin sorunlarını ele almışlardır. Amaçları, sanatı toplum için bir araç olarak kullanarak sosyal adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve sömürüyü gözler önüne sermekti. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Samim Kocagöz ve Fakir Baykurt gibi ustalar, bu anlayışın en önemli temsilcileridir. Orhan Kemal, Çukurova'nın tarım işçilerinden İstanbul'un kenar mahallelerindeki yoksul ailelere uzanan geniş bir yelpazede insanın ekmek kavgasını anlatmıştır. Kemal Tahir, köy ve hapishane gözlemlerinden yola çıkarak Türk toplumunun tarihsel ve yapısal sorunlarına eğilmiştir. Yaşar Kemal ise Çukurova'nın efsaneleriyle yoğrulmuş, destansı bir dille ağalık düzenini ve topraksız köylünün dramını işlemiştir.
İkinci önemli damar ise Bireyin İç Dünyasını Esas Alan (Modernist) hikaye anlayışıdır. Toplumcu gerçekçilerin aksine bu yazarlar, toplumsal sorunlardan ziyade bireyin psikolojisine, yalnızlığına, yabancılaşmasına ve içsel çatışmalarına odaklanmışlardır. Bu akımın Türk edebiyatındaki kurucusu ve en büyük ismi şüphesiz Sait Faik Abasıyanık'tır. Sait Faik, İstanbul'un adalarında, balıkçı barınaklarında, salaş kahvehanelerinde rastladığı sıradan insanların, küçük ama evrensel hikayelerini lirik ve şiirsel bir dille anlatmıştır. Onun için önemli olan büyük toplumsal olaylar değil, insanın en saf, en temel duygularıdır. Tarık Buğra, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oktay Akbal gibi isimler de bu çizgide eserler vererek, bireyin zaman, bellek ve varoluş gibi karmaşık temalarla olan mücadelesini işlemişler, Türk hikayeciliğine psikolojik bir derinlik katmışlardır. Bu anlayış, olay örgüsünden çok durumları ve anları ön plana çıkaran bir anlatım tekniğini benimsemiştir.
1940-1960 arası Cumhuriyet Dönemi hikayesi, bu iki ana akımın yanı sıra Milli ve Dini Duyarlılıkları yansıtan eserlerin de kaleme alındığı bir çeşitliliğe sahiptir. Dil kullanımı açısından da önemli bir dönüşüm yaşanmıştır. Toplumcu gerçekçiler, anlattıkları karakterlerin doğallığını yansıtmak için sade, halkın konuştuğu, yerel ağızların ve argoların kullanıldığı bir dili tercih ederken; modernist yazarlar daha sanatsal, sembolik ve imgesel bir dil kullanmışlardır. Bu dönem, Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların da edebiyat sahnesine çıkmasıyla Anadolu'nun sesini daha gür bir şekilde duyurmuştur.
Sonuç olarak, 1940-1960 arası Cumhuriyet Dönemi hikayesi, Türkiye'nin modernleşme serüvenindeki en kritik eşiklerden birini edebi düzlemde yansıtan çok sesli bir korodur. Toplumsal gerçekleri yalın bir dille anlatanlardan bireyin ruhunun derinliklerine inenlere kadar pek çok usta yazar, bu dönemde verdikleri eserlerle kendilerinden sonraki kuşakları derinden etkilemiş ve Türk hikayeciliğinin temellerini sağlamlaştırmıştır. Bu yirmi yıllık birikim, günümüz edebiyatını anlamak için de vazgeçilmez bir kaynak niteliği taşımaktadır.